susmam gerekiyordu, değil mi?
ama sessizlik bile
içime gizlice senin adını işliyordu.
parmak uçlarımda nefesinin yankısı,
tenimdeyse hala yeraltının serin gölgesi vardı.
seni gölge gibi sürüklüyordum ardımda—
ışık, elimizdeki tek kurtuluştu;
ama tanrılar, sabrı bıçak sırtı bir ipten ibaret kılmıştı.
her adımda kalbim,
umutla korkunun ince dengesinde çırpınan
bir kuş gibi çırpınıyordu:
“ışığa varırsak yeniden doğar mıyız,
yoksa karanlık bizi yutar mı?”
çünkü seninle,
zaman bile durmayı öğrenmişti;
gökyüzü sesine eğilmiş,
gülüşünle ışığa boyanmıştı dünya.
ama gözlerim,
kendi ağırlığına yenildi.
arkama döndüğüm an
yüzün, gecenin açtığı bir yarıktan
karanlığa döküldü.
tanrılar alaycı bir gürültüyle güldü,
ve ben,
bir ömrün ağıdına zincirlendim.
o günden beri
her melodi eksik doğar—
sanki tellere dokunan parmaklarım
senin yokluğunu kanatır.
her şiir,
henüz nefes bulamadan
karanlığa gömülür.
çünkü Eurydike,
bizim aşkımız
karanlıkla mühürlenmiş bir şarkı artık.
dünyam bölünde ikiye:
ışığın tarafı—senin eksikliğinle yanık,
karanlığın tarafı—benim dilimde gömülü ağıt.
ve ben,
bir daha geriye bakmaya cesaret edemeyen,
kendi gölgesine zincirlenmiş bir yankı oldum.
arkamda sen,
önümde hiçliğin susmak bilmeyen soluğu.
daima aşkınla,
Orpheus.


Bir yanıt yazın