salonun duvarında bir saat var, yıllardır çalışmıyor. akrep ve yelkovan aynı yerde takılıp kalmış. pilini hiç değiştirmedim, yerine yenisini almayı da düşünmedim. öylece kaldı. zamanla ben de bu haline alıştım. garip ama, çalışmaması bana iyi bile geliyor.
çünkü dışarıda zaman hep acele ediyor; takvimler yapraklarını düşürüyor, planlar kuruluyor, bozuluyor, yeniden yapılıyor. herkes bir yerlere yetişme telaşında. ama ben o saatin önünden her geçtiğimde başka bir şey hissediyorum: bir yerde, bir an gerçekten sabit kalabiliyor. sanki zamanın bile susmaya hakkı varmış gibi.
bazen düşünüyorum; eğer o saat çalışıyor olsaydı, ben de her seferinde ona bakıp telaşla hazırlanacak, koşturacak, yetişmeye çabalayacak ve yine de büyük ihtimalle geç kalacaktım. hatta – zamanın bana dayattığı acele içinde nefes nefese kalacak, hiç bitmeyen bir yarışın parçası olacaktım.
oysa o bozuk saat bana bambaşka bir şey öğretti: geç kalmayı kabullenebilmeyi. meğerse – insan bir yerlere yetişmek zorunda olmadığını fark ettiğinde, aslında ilk kez gerçekten bulunduğu yerde olabiliyormuş. belki de tam bu yüzden, saat çalışmadıkça bana hayatın başka bir yüzünü gösteriyor; ilerlemenin tek bir yol olmadığını – bazen durmanın da kendi başına bir öğreti taşıdığını…
ayrıca… kim demiş her şeyi onarmamız gerektiğini? kırıkları toparlamaya, boşlukları kapatmaya, yarımlıkları tamamlamaya uğraşırken aslında çoğu kez parçalanıyor, kendimizi eksiltip tükeniyoruz. belki de arayıp bulamadığımız asıl anlam, tam da o eksikliklerin içinde gizleniyordur bizlerden.
işte bu yüzden o saati hiç indirmedim. çünkü bana zamanın acımasız hızını değil… durmanın da bir anlamı olduğunu, kabullenmenin de değer taşıdığını – ve tabii ki yarım kalmışlıkların da kendi hikayesi olabileceğini öğrettiği için.


Bir yanıt yazın