Hikâyenin sonunu biliyorum. Canım yanacak. Nereden mi biliyorum? Benim canım her zaman yanıyor. Yine de yaşamak istiyorum. Bir şeylerin sonunu biliyor olmak onun okunmaya değmez olduğu anlamına gelmez. Zaten anlam yüklediğimiz şey ne zaman ki bir hikâyenin sonu olur o zaman felakete sürükleniriz. Önemli olan son değil, önemli olan o hikayedeki her virgülü görmek. Siz sevgili güzel mükemmel fevkalade kusursuz okuyucularım bir ağaç düşünün içine de onlarca tahta kurusu. Istırap çeken bir ağaç düşünün. Süreç her zaman sondan daha mı önemlidir? O ağaç hemen sona gelmek istemez mi? Yavaş yavaş ölüyor. Tahta kurularının acımak gibi bir niyeti yok çünkü onların da bir suçu yok. Hiç düşünmedik ama belki de ağaç düşünmüştür bizim yerimize. Bu dünya ağaçtan önce vardı ve emindir ki ağaçtan sonra da bu dünya var olacak. Aynı olgu tahta kurusu için de geçerlidir. Biz düşünmedik diyorum çünkü insanoğlunun duyuları o kadar yetersiz ki yerinden bile hareket edemeyen bir varlığı – tekrar varlık demek istiyorum çünkü ağaç da günün sonunda objektif bir yaklaşımı hak ediyor – anlayamıyor. Oysa bizden kaçması gerekirdi. En nihayetinde bizim yaptığımız her şey yarım yamalak mucizeler ve birkaç sihir numarasından ibaret. Ağacın bunlara inanmaya ihtiyacı var mı ki? Ağacın kendine inancı olup olmadığını sorgulamak da burjuva dertlerimden birisi ancak sevgili güzel mükemmel fevkalade kusursuz okuyucularım ağaç kendine saygı duymazsa ölüme nasıl inanabilir ki? Eminim ki hayatımın geri kalanını dramatikleştirdiğim gibi ağaç ve tahta kurusu mevzusunu da çok dramatikleştiriyorum. Ağacın heraklitos olmadığını biliyorum. Hayatı boyunca o ağaç ölüm üzerine de konuşmadı bundan da eminim. O zaman aklımıza bir soru geliyor. Heraklitos neden ağlıyor? Acı ve ıstırap… Aşktan kaçar gibi kaçtı kalabalıkları benzettiği savaş alanlarından. Hayatını yalnızca ölüme, acıya ve ıstıraba yönetti. Ağaç ve heraklitos. Ölüm ve tahta kurusu. Sizin hiç içinizi kemiren tahta kurularınız oldu mu? Bu soru yoldan geçen sıradan bir varlığa sorulmaktan daha öte farkındalığı ve bilinci yüksek olan bir varlığa sorulursa kendi içinde anlam ve anlamlar bütünü üretecektir. Şöyle ki anlam arayışı içerisinde ki kimse düşünce ve düşüncesel yolculukta soru etrafında bir yörüngede dönmektir. Bu da bizi Kavramlar kümesine ulaştırır. Ölüm ve korku birer küme olsa kesişimleri ölümü beklediğin an olurdu. An diyorum çünkü anın algısı varlığa zamanla atfedilmiştir ve varlık zamanı kavramak konusunda çok da iyi bir konumda değildir. Ağaç ve tahta kurusu kurgusunda da insan yalnızca gözlemci konumunda olup zamanın kendince olan algısıyla o ağacı ölümle şereflendirebilir. Çünkü kimi için ölümü beklerken zaman yavaş akarken kimi için hızlı akar ve bu algının Einstein’in görelilik kuramı ile alakası yoktur. Günün sonunda elimize kalan tek şey tahta kuruları tarafından yenilmiş bir ağaçtır.
Bir yanıt yazın