Kendini kaybetmek üzerine kurulu bir ıstırap içinde kalabilir varlık. Toplumun içindeki yalnızlığı vücudunun her noktasına nüksettiğinde anlar artık yalnız olmanın ıstırabını. Kendini kaybetmek üzerine kurulu bir ıstırap içinde kalabilir varlık. Toplumun içindeki yalnızlığı vücudunun her noktasına nüksettiğinde anlar artık yalnız olmanın ıstırabını. Çünkü kalabalığın içinde yalnız olmak, boş bir odada yalnız olmaktan daha gürültülüdür. Herkes konuşur, herkes güler, herkes yaşar ama sen… Sen sadece seyredersin. Sustukça içindeki ses çoğalır. O ses; ne bir isimdir, ne bir anı, ne de bir kavga. O sadece seninle doğan ve senden başka kimsenin duyamadığı o kırık yankıdır.
Gözünün önünde geçen hayatın fragmanlarını izlerken, bir zamanlar başrol olduğunu sandığın sahnede figüran bile olmadığını fark edersin. Bu fark ediş bir aydınlanma değil, bir karanlığa batıştır. Varlığın artık kendine bile yabancı gelir. Aynaya baktığında gördüğün sadece bir beden değil, eski zamanların birikmiş suskunluklarıyla pas tutmuş bir kabuktur.
Ve o anda, ıstırap kelimesi bile hafif kalır. Çünkü sen artık acıyı tanımlamak için dilin bile yetersiz olduğunu bilirsin. Hiç kimsenin seni tam olarak anlayamayacağı bir yere düşmüşsündür. Ve ne gariptir ki, o düşüşte bile bir düşmana, bir yargıca, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymazsın. Çünkü en sert yargıç sensin. En acımasız cellat da…
Varlık, evrenin kimsesiz bir köşesinde, bir anlam arayışında debelenirken… Her “neden” sorusu, yeni bir yara açar. Ve bu soruların cevabı yoktur, olmamalıdır da belki. Çünkü cevaplar sadece zaman kazanmak içindir, yüzleşmeler ise zamansızdır. Saatin tik takları, yalnızca içinin bomboşluğunu ritme sokan bir müzik gibidir.
Sevgili, güzel, fevkalade, mükemmel, kusursuz okuyucularım, siz hiç bir odada yalnız otururken, odadaki diğer her şeyin size baktığını hissettiniz mi? Masa, sandalye, duvar, perde… Hepsi sizi izliyordur. Ama kimse bir şey söylemez. Çünkü eşyalar da acıyı tanır. Sessizce tanır. Ve acıyı tanıyan her şey, zamanla bir ıstıraplıya dönüşür. Siz de… Belki şu an… O sandalyeye oturmuş, derin bir nefes alıp veriyorsunuzdur. Belki siz de bir ıstıraplısınızdır, kim bilir?
Ama kimseyi ikna etmek gibi bir niyetim yok. Sadece anlatıyorum. Yalnızlığı anlatıyorum. Varlığın kendini inkâr edişini, anlamın peşinden koşarken nefessiz kalmasını…
Yine de…
Bunları neden yazdığımı bilmiyorum.
Belki bir gün birisi çıkar ve der ki:
“Ben de yalnızım.”
İşte o zaman, bu metin anlam kazanır.
Bir yanıt yazın