Varlık, bir gün gerçekliğin tok bir ses olmadığını fark eder.
Duyduğu şeyin yankı olduğunu sezdiğinde,
artık kendi içinden şüphe duymaya başlar.
Çünkü bazen yankı, aslından daha gerçek gelir.
Ve yankıya inanmak, sanrının ilk eşiğidir.

Zihin, neyin olduğunu değil;
neyin olmasını istediğini üretir.
Gerçeklik, çoğu zaman ortak bir yalandır.
Ama sanrı, yalnızca bireysel bir inançtır.
Bir göz kırpmasıyla başlar.
Ve sonra, gözün gördüğü değil, beynin uydurduğu bir dünya başlar.

Bir varlık kendine şöyle sorar:
“Gerçek nedir?”
Ve işte o anda, gerçek çözülür.
Çünkü hiçbir gerçek, kendisine yöneltilen sorudan sağ çıkamaz.
“Je pense, donc je suis” der Descartes;
ama Rimbaud başka bir yerden bağırır:
“Je est un autre.”
Ben, başkasıdır.
Ve başkası olan bir ben,
kimin rüyasında yürür?

Bir sabah kalkılır.
Her şey yerli yerindedir.
Kapı, masa, duvar.
Ama bir gariplik vardır.
Çünkü masa artık masa değildir.
O, sadece masaya benzeyen bir kalıptır.
Zihin “masa” der,
ama göz başka bir şey söyler.
Ve bu çelişki, gerçekliğe bir çizik atar.

Sanrı, varlığın kendine tuttuğu çarpık aynadır.
Aynaya bakar,
ama kendini görmez.
Sadece görmek istediğini değil,
korktuğunu da görür.
Çünkü sanrı sadece hayal değildir;
o bir korkunun biçim almış hâlidir.

Camus’u anlayarak bir cümle yazmak gerekirse,
“Her şey anlamsızsa, en anlamlı şey duyguların kabarmasıdır.” diyebiliriz.
Sanrı, çoğu zaman anlamın yerine geçer.
Çünkü zihin, boşluğu sevmez.
Ve sanrı, anlamın boşluğa yazılmış taklididir.

Bir adam, gökyüzüne bakar ve yıldızları görür.
Ama o yıldızlar orada değildir.
Ya da daha doğrusu,
onların orada olup olmaması artık fark etmez.
Çünkü varlık, kendi görme biçisine hapsolmuştur.
Varlık yalnızca şunu bilmektedir:
Gördüğüm şey gerçek mi, yoksa sadece benimle mi ilgili?

Bir kadının gözyaşına bakılır.
Ama o yaş düşmemiştir.
Ya da bir çocuk güler.
Ama o gülüş, belki bir çığlığın sanrısıdır.
Çünkü insan, en çok kendini kandırırken gülümser.
En çok da kendine yalan söylerken inandırıcı olur.

Sanrı, hafızanın çürümeye başladığı noktada çoğalır.
Çünkü hafıza, sabit değildir.
Her hatırlama, bir yeniden yazmadır.
Ve bu yeniden yazım, zamanla gerçekliğin yerini alır.
Gustave Flaubert hayatında illa ki şu cümleyi kurmuştur:
“Duygularımızı değil, duygularımız hakkındaki düşüncelerimizi yaşarız.”
İşte bu düşünce, sanrının ta kendisidir.

Bazen bir ses duyulur.
Ama kimse yoktur.
Bazen bir koku alınır.
Ama bir yer yanmamaktadır.
Sanrı, hiçbir zaman “olmayan” değildir.
O, zihnin “olmasını tercih ettiği”dir.
Ve tercih, hakikatin celladıdır.

Bir varlık, kendi sanrılarının labirentinde yürürken,
her duvar kendine benzer.
Çünkü neyi görse, kendisinden bir şey görür.
Ve sonunda şunu fark eder:
Gerçeklik dediğimiz şey, kolektif sanrılardan yapılmış bir katedrâldir.
Ve içimizde dua eden biz değiliz,
bizim yerimize dua eden gölgemizdir.

Sartre şöyle der:
“Cehennem başkalarıdır.”
Ama asıl cehennem,
başkalarının içimizde yankı bulmasıdır.
Kendi sesimiz, başkasının düşüncesine dönüşür.
Ve bir noktadan sonra,
biz biz olmaktan çıkarız.
Sadece inandığımız maskeleri taşırız.

Varlık, sonunda şunu kabul eder:
Ben gördüğüm değilim.
Ben duyduğum değilim.
Ben sadece, zihnimin bana anlattığı hikâyeyim.
Ve bu hikâyenin gerçek olup olmaması önemli değildir.
Çünkü hikâyeler de yaşar.
Sanrılar da yaşar.
Ve belki de en çok onlar gerçektir.
Çünkü onlar hiç gitmez.
Gerçeklik gider.
Ama sanrı kalır.

İşte bu ıstıraptır.

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Biz Muamma,

Sanatın sınırsız dünyasında özgürce dolaşan, ifade biçimlerine kalıplar koymayan, düşünen ve üreten bir topluluğuz. Muamma, sanatın her dalına dokunarak yeni bakış açıları sunmayı, bağımsız ve özgün içerikler üretmeyi amaçlayan bir oluşumdur.

Bizim için sanat, sadece estetik bir olgu değil, aynı zamanda düşünceyi besleyen, sorgulatan ve dönüştüren bir güçtür. İşte bu yüzden, kendimizi tek bir tanımın içine hapsetmiyor, sanatın içinde özgürce var oluyoruz.

Bize Ulaşın!