Bazı insanlar vardır… Onlar sokakta geçerken sessizce geçerler. Kimseyi rahatsız etmeden, kimsenin dikkatini çekmeden, sanki görünmez bir zaman makinesinden inmiş gibi… Omuzlarında yılların yükü, ellerinde sabrın nasırı, gözlerinde binlerce kez batıp çıkan gün batımı vardır.
Gözüm takılıyor bazen. Otobüs duraklarında, park banklarında, cami avlularında, eski kahvehane köşelerinde oturan yaşlı adamlara ve kadınlara… Kimisi bastonuna yaslanmış, kimi iki eliyle bardağına sarılmış, çayı karıştırmıyor bile; çünkü bir şeyi karıştırmanın bile artık heyecanı kalmamış. Gözleri uzaklara bakıyor. O kadar uzaklara ki biz göremiyoruz orayı. Onlar ise çok net görüyor.
Belki bir bahar sabahını…
Belki kaybettikleri bir arkadaşın kahkahasını…
Belki ilk sevdikleri kadının gözlerini…
Ya da pişman oldukları bir sözü…
Onların yüzü, bir harita gibi. Her çizgi bir kasabayı anlatıyor, her kırışıklık bir mevsimi, bir kederi, bir sevinci… Göz kenarındaki çizgiler çok güldüklerini söylüyor, alınlarındaki derin yarıklar ise çok düşündüklerini. Çenesindeki titrek kaslar hayatta ne çok susmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Ve bazıları… bazıları hiç konuşmuyor zaten. Çünkü artık kelimeler yetmiyor.
Ne çok şey görmüş bu insanlar. Aşklar, savaşlar, ayrılıklar, cenazeler, doğumlar, bayramlar, ekmek kavgaları, çocuklar, torunlar, belki kayıp bir evlat, belki hiç tanımadıkları ama içlerinde hâlâ bir ukde olan insanlar… Hayat onların üzerine defalarca bastı, geçti. Ama onlar hâlâ buradalar. Hâlâ ayaktalar. Hâlâ bakıyorlar, sessizce…
Bazen kendime soruyorum:
O yaşlı adam o bankta neyi bekliyor?
Birini mi, geçmişini mi, yoksa artık gelmeyecek bir huzuru mu?
Belki bir zamanlar her şeydi. Belki bir fabrikanın en çalışkanıydı. Belki evinin direğiydi, mahallesinin en yakışıklısıydı. Ya da bir kadının tek aşkıydı. Şimdi yavaş yavaş siliniyor. Zaman, silgisini sürdükçe geçmişi hatırlayanlar da azalıyor. Ama onun kalbinde, hâlâ her şey taptaze. Çünkü yaşlılık, unutmak değil, hatırlamaktan yorulmaktır aslında.
Yaşlı bir kadının gözlerine denk geliyorum bazen…
Bakışı camdan dışarıya sarkmış çamaşır ipleri gibi.
Hafif rüzgarda dalgalanıyor, ama hâlâ direniyor.
Bir ömrün çamaşırlarını oraya asmış, kimse çalmasın diye göz kulak oluyor.
Belki hayatı boyunca kimse ona gerçekten “Nasılsın?” demedi.
Belki de yıllardır duymadığı bir sesi, o gün rüzgârla tekrar duyduğuna inandı.
Ve biz geçiyoruz yanlarından.
Telefona bakıyoruz.
Aceleyle yürüyoruz.
Onların kırışıklıklarında bin kitap saklı, ama biz bir satırına bile dokunmadan geçip gidiyoruz.
Oysa belki de yapmamız gereken tek şey durmaktı. Gözlerine bakıp “Merhaba” demekti. “Güzel bir gün değil mi?” deyip onları yeniden konuşmaya davet etmekti. Çünkü onlar sustukça, biz geçmişi kaybediyoruz. Çünkü onlar azaldıkça, biz kim olduğumuzu unutuyoruz.
Yaşlılık, zamanın merhametli bir sessizliğidir. Ve yaşlı insanlar, dünyanın en zarif enkazlarıdır. İçlerinde koca bir şehir yıkılmıştır ama hâlâ bir lamba yanar o harabelerde. Belki bir anı için, belki son bir kelime için, belki sadece biri gelip onları anlasın diye…
Yolda gördüğün o yaşlı insanlar…
İyi bak onlara.
Çünkü onlar senin göremediğin yarınlarında hâlâ bugünü taşıyorlar.
Ve her biri, kendi sessizliğinde bir roman, bir dua, bir ağıt…

Bir yanıt yazın