bırakmadım senden sonra savaşmayı
ama artık neden savaştığımı
kimseye anlatmıyorum —
çünkü anlatmak,
yarayı göstermek değil
onu hala taşıdığını inkar etmek oluyor bazen
kılıcımın ucunda artık ölüm değil
her hamlede
karşımda duran
senin yokluğun
ne zaman doğrultsam birine
bir bedeni değil
sana varamayan kelimeleri
kesip savuruyorum havaya
ellerim titriyor
çünkü bazı sözler
susunca değil
içte boğulunca kanıyor
bedenime dokunan her kumaşta
senin zırhının ağırlığı kalıyor
tenime değil artık,
ruhuma mühürlenmiş gibi
seninle ölmek isteyen ben
senin ölümünle yaşamaya mahkum kaldım
dizlerimin üstüne çöktüğümde
tanrılar gözyaşı dökmedi
çünkü bilmezler
bir aşığın ardından
yenilmez sayılan bir adamın
nasıl yıkıldığını
onlar kaybetmez,
onlar eksilmez
onlar yas tutmaz,
unutmazlar da elbet
ama ben —
adını anmadan geçen her günü
küf bağlamış bir zaman gibi taşıyorum içimde
her sabah bir gün daha eksiliyor senden
ve hiçbir gün artmıyor bende artık
senin teninle tanıdım
ölümün nasıl sessiz geldiğini
teninde öğrendim ölümün dilini —
ne çığlık vardı, ne ışık
yalnızca bana emanet ettiğin
yarım bir nefes vardı
o nefes hala göğsümün kıyısında çırpınıyor
dokunduğum her anda
sana sarıldığım anıların yankısına dönüşüyor
ve o hatıra,
aşka benzer bir sonsuzluk gibi
her sabah yeniden doğuyor içimde
aynı mezarın başında
aynı soruyla uyanıyorum:
neden sen?
neden sen değil, ben kaldım hala?
benden geriye
sadece sana varamamış kelimeler kalıyor
ve adını fısıldadığım her gece
boşluğa değil,
toprağın altına iniyor sesim
artık savaş değil,
ölüm de değil,
yaşamak da değil —
yalnızca senin hatıranla
aynı sessizliğe gömülmeyi beklemek benim payıma düşen
ölümden öte bir yankıda seninle birlikte,
Akhilleus


Bir yanıt yazın