sesini unutmam gerekiyordu, değil mi?
içime sızıyordun,
geceyi usulca omuzlarıma sererken—
göğe alışmış tenime,
soğuk bir yankı gibi dokunurken
hiç sormadın:
“üşüyor musun?”
oysa ben çoktan titriyordum.
ilkbaharın kollarından koparılmış birini
kim ısıtabilir
yerin katı ve sessiz derinliklerinde?
burası, şehir suretine bürünmüş bir unutuştu.
karanlıkla aydınlık arasında sıkışmış,
adı haritalardan silinmiş,
belki de hiçbir zaman yazılmamış bir kent.
sokakları yorgun,
zamanı çürümüş—
ve her köşesinde
yarım bırakılmış bir hisin tortusu duruyordu,
dillendirilmeye cesaret edilememiş.
sesim burada yankılanmaz oldu.
yalnız gölgeler,
kulak vermişti toprağın altına;
fısıltılarımı dinliyorlardı.
sen de bazen kulak kabartıyordun,
ama sadece sesime—
anlamıysa, karışmıştı çoktan toprağa.
nar taneleriyle mühürlenmişti suskunluğum.
birer birer dizildi
içimdeki boşluklara.
o günden beri konuşmuyorum annemle.
her sözcük
biraz daha gömüyor beni
toprağın soğuk katmanlarına.
senin ülkenin lugatında
ağlamak bile bir ayrıcalık sayılıyor.
keder,
usul usul kaynayan kazanlarda
dilsizce demlenirken—
gülümsemek
nankörlük gibi algılanıyor artık.
ben artık mevsim değilim burada.
takvimlerin tanımadığı,
zamanın içinden sarkan bir kopuşum.
yılın yarısında unutulan,
diğer yarısında
isimle değil, gölgeyle anılan bir varlık.
seninle olmak,
bazen kendini sessizce yitirmek,
bazen
gölgene sığınmak gibi.
ama sen gözlerini çektiğinde üstümden
anlıyorum ki,
yerin altı yalnız taş değil—
bazı sessizlikler de
mezar kazar içimize.
ve biz,
işte o mezarların üstünde
sarıyoruz birbirimizi,
unutmaya yeltenmeden,
ama hatırlamaya da
cesaret edemeden.

her zaman seninle,
persephone.


Bir yanıt yazın