Sevgili Hiçkimse,
Bu mektubu sana yazıyorum, çünkü adını bile bilmediğim birine anlatmak, içimdeki sancıyı kendimden bile gizlemekten daha az acıtıyor.
İnsanlar diyorlar ki: “Zamanla geçer.” Oysa bilmiyorlar, bazı şeyler geçmez, sadece şekil değiştirir. Yara kabuk bağlasa bile içinde irin birikir. Ve ben, içimde sakladığım bu irinle, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyorum.
Birine sevdalanmak, onun gözlerinde kendini kaybetmek, sesindeki tınıda bir hayat kurmak… Ne büyük bir gafletmiş! Karşılık görmeyen bir aşk, insanın kendine biçtiği en ağır kefenmiş meğer. Ve ben, kendimi senden koparamazken, senin benden kaçışını izlemekten başka bir şey yapamıyorum. İnsan, kendisine sırt çevirene nasıl bu kadar tutunabilir? Bir faniye bu denli muhtaç kalmak nasıl bir lanettir? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, senin ellerinle yaktığın bu yangında, kül olup savrulduğum…
Ama asıl mesele bu değil. Asıl mesele, bu dünyanın kirli elleriyle, kalbimin en saf yerine dokunmuş olması. İnsanların yürekleri, nasıl bu kadar karanlık olabilir? Masumiyeti yok eden, iyiliği bir zaaf sayan bu düzen nasıl hala ayakta durabilir? Neden kötülük, her zaman en önce büyüyen çiçek gibi toprağı ele geçirir? Ben, kalbimi korumaya çalıştıkça, insanlar neden içimi lime lime ediyor?
Biliyorum, bu mektubun bir cevabı olmayacak. Sen asla okumayacaksın. İnsanlar asla değişmeyecek. Ama yine de yazıyorum, çünkü içimde taşıdığım sancılar, kelimelerle akmazsa beni boğacak.
Ve eğer bir gün bu satırları bir başkası okursa, belki anlar beni. Belki bir yerde, bir zaman, bir kalp, aynı yangında yanıyordur. Belki biri, gecenin karanlığında gözlerini tavana dikip benimle aynı soruyu sormuştur: “İnsan, sevilmeyerek de yaşar mı?” Sevgilerimle, ya da sevgisizliğimle,
Bir Hiçkimse.

Bir yanıt yazın